MURİS MUVAZAASI
Halk dilinde “mirasçılardan mal kaçırmak” olarak bilinen muris muvazaası; nitelikli muvazaanın bir türüdür. Miras bırakan kimi zaman farklı sebeplerle miras paylaşımına konu olacak malvarlığının mirasçılarının tamamına intikal etmesini istemeyebilir. Hukuki açıdan herhangi bir engele takılmak istemeyen muris çoğu zaman bu iradesini muris muvazaası şeklinde ortaya koymaktadır.
Muris muvazaası kavramını daha iyi anlayabilmek ve unsurlarını ortaya koyabilmek için öncelikle muvazaa kavramını açıklamak gerekmektedir. Muvazaa (Danışıklı işlem) ; tarafların üçüncü kişileri aldatmak kastıyla gerçek ve ortak iradelerini gizleyen görünürde bir sözleşme yapmaları ve bu sahte sözleşmenin kendi aralarında geçerli olmayacağı hususunda anlaşmalarıdır. Muvazaada taraflar yalnızca görünürdeki sözleşmenin kendi aralarında hüküm doğurmayacağı hususunda anlaşabilecekleri gibi görünürdeki sözleşmeden bağımsız olarak kendi aralarında hüküm ifade edecek gerçek ve ortak iradelerine uygun ayrı bir sözleşme düzenleyerek görünürdeki sözleşmeyi bu sözleşmeyi gizlemek amacıyla kullanabilirler. Bahsi geçen ikinci halde nitelikli muvazaadan söz edilir ve “mirasçılardan mal kaçırma eylemi” olarak anılan (muris muvazaası) da nitelikli muvazaanın bir türüdür.
Muvazaanın tanımından hareketle muvazaanın unsurları şu şekilde sıralanmaktadır:
- Tarafların gerçek ve ortak iradelerini gizlemek amacıyla kullandıkları “GÖRÜNÜRDEKİ İŞLEM”
- Tarafların görünürdeki işlemin arkasına sakladıkları ve gerçek iradelerine uygun olarak düzenledikleri “GİZLİ İŞLEM”
- Tarafların kendi aralarında görünürdeki işlemin geçerli olmayıp yalnızca gizli işlemin hüküm ve sonuç doğuracağına ilişkin olarak yaptıkları “MUVAZAA ANLAŞMASI”
- Son olarak taraflarda bulunan “ÜÇÜNCÜ KİŞİLERİ ALDATMA KASTI”dır.
Muris muvazaası, muvazaanın tüm unsurlarını içermektedir. Fakat dördüncü unsur olan “üçüncü kişileri aldatma kastı” muris muvazaasında “mirasçıları aldatma kastı” hâlini alarak özel bir biçimde ortaya çıkmaktadır.
Muris muvazaasında genellikle görünürdeki işlem satış sözleşmesi iken gizli işlem bağışlamadır. Önemle belirtmek gerekir ki tarafların gerçek ve ortak iradelerine uygun olarak gerçekleştirilmiş olan gizli işlemler kural olarak geçerlidir. Bunun yasal dayanağını ise Türk Borçlar Kanunu’nun 19. maddesi teşkil etmektedir. Söz konusu maddede “Bir sözleşmenin türünün ve içeriğinin belirlenmesinde ve yorumlanmasında, tarafların yanlışlıkla veya gerçek amaçlarını gizlemek için kullandıkları sözcüklere bakılmaksızın, gerçek ve ortak iradeleri esas alınır.” denilmek suretiyle muvazaalı işlemin taraflarının gerçek ve ortak iradelerinin değerlendirmeye tabi tutulacağı ve bu doğrultuda geçerli sayılacağı belirtilmiştir. Bu noktada önemle belirtmek gerekir ki gizli işlemin geçerli kabul edilebilmesi için mutlaka kanunda aranan geçerlilik koşullarına uygun olarak yapılması gerekmektedir. Aksi hâlde gizli işlem de kanunda aranan şekil koşullarına aykırılıktan dolayı geçersiz olacaktır.
Örneğin uygulamada yaygın olarak miras bırakan ve üçüncü şahıs tarafından taşınmaz malvarlığı unsurları bakımından satışı izlenimi yaratılıp esasen bağışlamaya yönelik gizli bir işlem tesis edilmektedir. Satış işlemiyle bağışlama işlemi gizlenerek mirasçıları aldatma kastı ortaya koyulmaktadır. Taşınmazların muvazaa konusu yapıldığı hâllerde görünürdeki işlem tarafların ortak iradesine uygun olmadığı için geçersizdir. Tarafların ortak iradelerine uygun olarak tesis edilmiş olan bağışlama işlemi ise kanunda öngörülen şekil şartlarına uygun olarak yapılmadığı için geçerlilik kazanamayacaktır. Uygulamada mirasçılar tarafından tapu iptali ve tescili davası açılarak söz konusu hukuka aykırılığın giderilmesi talep edilmektedir.
Yargıtay da 01.04.1974 tarihli 1/2 Sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında yukarıda açıklanmış bulunan hususu hüküm altına almıştır. Karara konu olan somut olayda görünürdeki taşınmaz satışı tarafların gerçek iradesini yansıtmadığı gerekçesiyle muvazaadan dolayı geçersiz sayılmıştır. Gizli işlem olan bağışlama ise her ne kadar tarafların gerçek ve ortak iradeleri doğrultusunda gerçekleştirilmiş olsa da tapuda yazılı olarak gerçekleştirilmediği için şekil eksikliğinden geçersiz kılınmıştır.
"... gizli akdin geçerli sayılabilmesi için gizli akit, biçim koşuluna (şekil şartına) bağlı ise, biçim koşulunun da gerçekleşmiş olmasında zorunluluk vardır. Aksi durumda hibe sözleşmesinin varlığından söz edilemez..."
Bahsi geçen Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında açıklığa kavuşturulan bir diğer husus dava açabilecek kişilerin tespitidir.
“Bir kimsenin; mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla, gerçekte bağışlamak istediği tapu sicilinde kayıtlı taşınmaz malı hakkında Tapu Sicil Memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıklanmış olduğunun gerçekleşmiş bulunması halinde, saklı pay sahibi olsun ya da olmanın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılarının, görünürdeki satış sözleşmesinin Borçlar Kanununun 18. maddesine dayanarak muvazaalı olduğunu ve gizli bağış sözleşmesinin de şekil koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek dava açabileceklerine ve bu dava hakkının geçerli sözleşmeler için söz konusu olan Medeni Kanunun 507. ve 603. maddelerinin sağladığı haklara etkili olmayacağına Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 1.4.1974 günlü ikinci toplantısında oyçokluğuyla karar verildi”
Görüldüğü üzere 01.04.1974 tarihli 1/2 Sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı gereğince muris muvazaasını dava etme hakkı miras hakkı zedelenmiş tüm mirasçılarındır. Bu noktada mirasçıların saklı paylı mirasçı olup olmadığı hususu ayrıca irdelenmeyip yalnızca muris muvazaası nedeniyle miras hakkının zedelenip zedelenmediği incelenecektir. Fakat unutulmamalıdır ki muris muvazaasına dayalı olarak açılacak davalarda mirası reddeden, mirastan feragat eden yahut mirastan ıskat edilen (mirastan yasaklı olan) kişiler mirasçılık sıfatlarını yitirdikleri için davacı olamayacaklardır.
Bu davalarda davalı ise miras bırakan tarafından lehine kazandırma yapılan üçüncü kişi olacaktır. Bu kişi ölmüş ise ölen üçüncü şahsın mirasçılarına yahut ihtilaf konusu bir taşınmaz ise aynı taşınmazı kötü niyetli olarak devralan üçüncü şahıslara; yani miras bırakanın devir işlemini mirasçıların miras paylarına zarar vermek amacıyla yaptığını bilen veya bilebilecek durumda olan üçüncü şahıslara karşı dava açılması mümkündür.
Miras hakkı zedelenmiş olan her mirasçı bu davayı miras bırakanın ölümünden sonra herhangi bir zamanaşımı yahut hak düşürücü süreye tabi olmaksızın her zaman açabilmektedir. Bu husus 01.04.1974 tarihli 1/2 Sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında açıklanmış olduğu gibi sonraki dönemlerde Yargıtay’ın çeşitli kararlarında da sık sık vurgulanmıştır. Örneğin Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 21.03.2016 Tarihli 2014/14726 E. ve 2016 / 3328 K. Sayılı İlâmında bu hususa ilişkin şöyle bir değerlendirmede bulunulmuştur:
“…Muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı davalarda, zamanaşımı ya da hak düşürücü sürenin uygulanma olanağı bulunmadığı, davanın niteliğine göre bu tür iddiaların süreye tabi kılınmaksızın her zaman ileri sürülmesinin olanaklı bulunduğu açıktır. Hal böyle olunca, ilkeler ve maddi olgu gözetilmek suretiyle toplanan deliller değerlendirilerek, İşin esası yönünden bir karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile hüküm kurulmuş olması hükmün bozulmasını gerektirmiştir.”
Bu noktada önemle belirtmek gerekir ki muris muvazaası nedeniyle açılan davalar zamanaşımı veya hak düşürücü sürelere tabi olmasa da uzun süre geçtikten sonra açılan davalar bakımından duruma göre hakkın kötüye kullanıldığı kabul edilebilmektedir. Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 30.01.2014 Tarihli 2013/21600 E. ve 2014/1631 K. Sayılı İlâmında bu hususu açıkça belirtmiştir.
“…Çekişmeye konu yapılan diğer taşınmazlar yönünden ise; 419 numaralı parselin tamamı ile 59 ve 159 numaralı parsellerin ¾ payının kadastro tespiti sırasında davalılarında murisi olan H. K. adına tespit edildiği ve kadastro tespitlerinin 15.03.1982 tarihinde kesinleştiği, kök miras bırakan F. K. ise öldüğü 06.04.1991 tarihinden dava tarihi olan 10.02.2010 tarihine kadar dava açılmadığı, her ne kadar muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı açılan davalarda zamanaşımı ve hak düşürücü süre söz konusu değil ise de; aradan bunca zaman geçtikten sonra dava açılmasının Türk Medeni Kanunu’nun 2. maddesi hükmü ile bağdaşmadığı açıktır.”
Muris muvazaası sebebiyle zamanaşımı yahut hak düşürücü süreye tabi olmaksızın dava açabilen mirasçıların ispat külfetine ilişkin olarak Yargıtay tarafından herhangi bir sınırlama öngörülmemiştir. Bu kişilerin yargılama sürecinde muvazaayı ispat etmek için senet gibi yazılı delillere dayanmak zorunda olmadığı, tanık dinletmek de dahil olmak üzere her türlü delille iddialarını ispat edebileceği Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 28.02.2019 Tarihli 2016/ 6207 E. ve 2019 / 1460 K. Sayılı İlâmında hüküm altına alınmıştır.
“…Somut olaya gelince; taraflar muris muvazaası hukuksal nedenine dayandıkları halde mahkemece muvazaa yönünden bir değerlendirilme yapılmış, iddia yazılı delil ile ispat edilmesi gerektiği gerekçesiyle dava reddedilmiştir. Oysaki muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı davalar tanık dahil her türlü delil ile ispatlanabilecektir. Mahkemece yapılan araştırma ve inceleme hüküm vermeye yeterli değildir. Hal böyle olunca, yukarıdaki ilkeler doğrultusunda araştırma ve inceleme yapılması, toplanan ve toplanacak tüm delillerin değerlendirilmesi sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ve eksik inceleme ile hüküm kurulması isabetsizdir.”
Muris muvazaasının tespiti hususunda miras bırakanın mirasçılardan mal kaçırma kastını belirlemeye ilişkin Yargıtay Kararlarında ölçüt olarak kullanılan bazı kriterlerin olduğu göze çarpmaktadır. Mirasçılar bu kriterler doğrultusunda iddialarını daha kolay ispat edebilecektir. Miras bırakanın ihtilaf konusu malını satmaya ihtiyacının olup olmadığı, bu malı ölümüne yakın bir zamanda satıp satmadığı, satmışsa malvarlığında satış bedelinin bulunup bulunmaması, lehine kazandırma yapılan kişinin söz konusu malvarlığı unsurunu alım gücünün bulunup bulunmaması, satış bedeli ile malvarlığı unsurunun gerçek değeri arasındaki fark, olayların olağan akışına göre lehine sözde satış işlemi gerçekleştirilmiş kişinin miras bırakanla kişisel ilişkisi, miras bırakanın aile ilişkileri vb. gibi kriterler söz konusu uyuşmazlığın muris muvazaası kapsamında değerlendirilip değerlendirilmeyeceği hususunda mahkemeler nezdinde belirleyici olmaktadır. Nitekim Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 04.10.2018 Tarihli 2015/ 16962 E. ve 2018 / 13199 K. Sayılı İlâmında bu hususu vurgulamıştır.
“…Bu tür uyuşmazlıkların sağlıklı, adil ve doğru bir çözüme ulaştırılabilmesi, davalıya yapılan temlikin gerçek yönünün diğer bir söyleyişle miras bırakanın asıl irade ve amacının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılmasına bağlıdır. Bir iç sorun olan ve gizlenen gerçek irade ve amacın tespiti ve aydınlığa kavuşturulması genellikle zor olduğundan bu yöndeki delillerin eksiksiz toplanılması yanında, birlikte ve doğru şekilde değerlendirilmesi de büyük önem taşınmaktadır. Bunun için de ülke ve yörenin gelenek ve görenekleri, toplumsal eğilimleri, olayların olağan akışı, miras bırakanın sözleşmeyi yapmakta haklı ve makul bir nedeninin bulunup bulunmadığı, davalı yanın alış gücünün olup olmadığı, satış bedeli ile sözleşme tarihindeki gerçek değer arasındaki fark, taraflar ile miras bırakan arasındaki beşerî ilişki gibi olgulardan yararlanılmasında zorunluluk vardır.”
Her ne kadar miras bırakanın mirasçılardan mal kaçırma kastının var olduğunun kabulüne dair karine teşkil edebilecek kriterler benimsenmiş olsa da Yargıtay tarafından muris muvazaasının uygulama alanını daraltmaya yönelik bazı kriterlerin geliştirilmiş olduğu da göz ardı edilmemelidir. Yerleşik Yargıtay uygulamalarına göre satım veya başka bir işlem arkasına gizlenmiş taşınır bağışı, tapusuz taşınmazların miras bırakan tarafından muvazaalı devri, üçüncü şahıstan satın alınan taşınmazın bedelinin ödenmesi suretiyle kazandırma yapılması, kadastro tespiti sırasında miras bırakanın taşınmazın tespitini devir yapmak istediği kişi adına yaptırması gibi durumlarda muvazaanın mevcut olduğu söylenemez. Bu hâllerde yapılan kazandırmalar geçerli kabul edilmektedir.
Önemine binaen miras bırakanın “minnet duygusu” içerisinde yaptığı kazandırmalardan da ayrıca bahsedilmelidir. Çoğunlukla ölünceye kadar bakma sözleşmelerinde ortaya çıkan bu durum çeşitli Yargıtay kararlarında ele alınarak muris muvazaasının kapsamı dışında tutulmuştur. Böylelikle miras bırakan tarafından minnet duygusu ile üçüncü şahıslar lehine yapılan kazandırmalar geçerli kabul edilmiştir. Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 09.10.2003 Tarihli 2003/ 9638 E. ve 2003 / 10528 K. Sayılı İlâmında da Yargıtay’ın görüşü bu doğrultudadır.
“Davacılar vekili, tarafların müşterek murisi tarafından bedeli ödendiği halde, çekişmeli taşınmazın yarı payının davalı sair yarı payının ise muris adına tescil edildiğini, murisin bu taşınmazdaki yarı payının evlenmelerine aracılık eden dava dışı Turgut Alper'e sattığını, davalı Kesibe'nin bu satış üzerine şufa davası açtığını anılan payı davalı adına tescil edildiğini şufa bedelinin de muris tarafından ödendiğini bütün bu işlemlerin muvazaalı olduğunu ileri sürüp, tapunun iptaliyle miras payları oranında adlarına tescilini olmadığı takdirde birleştirilen davada tenkis isteğinde bulunmuşlardır.
Mahkemece, murisin kendisine iyi bakan eşine minnet duygusuyla taşınmazı temlik ettiği saklı paya tecavüz kastından söz edilemeyeceği gerekçesiyle davaların reddine karar verilmiştir. … Reddiyle usul ve kanuna uygun olan hükmün ONANMASINA 09.10.2003 gününde oybirliği ile karar verildi.”
Son olarak belirtmek gerekir ki açıklanan hususlara dayanarak açılacak olan tapu iptali ve tescili davasında görevli ve yetkili mahkeme taşınmazın bulunduğu yer Asliye Hukuk Mahkemeleridir.